Aklıma Gelenler - 27

-
Aa
+
a
a
a

Açık Site’ye girip de en son yazımı 11 Haziran’da yazdığımı görünce bir an tedirgin oldum. Çünkü en son yazımı yazmamın üzerinden bir aydan fazla bir zaman geçmişti. Sevgili editörümüz Melih’in de tedirgin olabileceğini düşünerek, bir an önce yeni bir yazı ile Melih ve Açık Site okurlarının gönüllerini almak istedim. Ve doğal olarak sevgili Ömer Madra ve Şerif Erol’un da.

 

Sevgili okurlar, bildiğiniz gibi ben İstanbul’dan 1100 km. uzaktayım. Bu sebeple gündemi takip etmeme rağmen, yine de temiz havanın etkisinden olsa gerek biraz yaz rehaveti içinde olduğum için, biraz da emektar bilgisayarıma haftada bir format atıp “Windows” işletim sistemi ile ilgili donamım uyum sorunu yaşadığımdan, üniversitedeki final ve bütünleme sınavları yoğunluğumdan dolayı yazılarımı ihmal etmiş görünsem de, siz sakın böyle düşünmeyin lütfen. Açık Radyo ile başlayan ömürlük dostluk ilişkim, Türkiye’nin iki muhteşem çizgi dışı aydın centilmenine olan saygı ve sevgi bağım (Ömer Madra ve Şerif Erol’dan bahsediyorum) beni ne Açık Site, ne de Açık Radyo’dan koparamaz. Evet, şu anda Açık Radyo’da program yapmıyor olsam da, bu Açık Radyo için buradan (Malatya’dan) kısa haberler geçmeyeceğim anlamına gelmeyecektir elbet.

 

Digitürk’te bir süre öncesine kadar Açık Radyo’yu dinlerken, son zamanlarda ne yazık ki dinleyemiyorum. Bunun sebebini bilmiyorum ama lütfen Açık Radyo, Digitürk radyo kanallarına eklensin. Bizi burada Açık Radyo’suz bırakmayın.

 

Bu yazımda YÖK ile ilgili tartışmalardan bahsetmeyeceğim. Bu konuda Türkiye’deki üniversitelerin rektörlerinden oluşan Üniversitelerarası Kurul’un çizgisini takdirle izlediğimi belirterek, gölgede kalan başka bir boyuttan bahsedeceğim: SANAT ve ÜNİVERSİTE.

 

12 Eylül 1980 tarihine kadar, üniversiteler kendi kulvarlarında, sanat eğitimi veren kurumlar kendi kulvarlarında yürümekteydiler. Bu tarihten sonra, örneğin daha önce Kültür Bakanlığı’na bağlı olan İstanbul Devlet Konservatuvarı, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı kimliğine bürünmüştür. Bu değişim, o zamana kadar süregelen sanat eğitimi alışkanlıklarında ve sistemlerinde bazı zorunlu dönüşümleri gerekli kılmıştır. Daha önce sadece vermekte olduğu piyano dersleriyle ilgilenen öğretmenler, akademik unvan elbiselerini giyinmek gibi bir durumla karşı karşıya gelmişlerdir. Ayrıca üniversiteler, sanat eğitim kurumları kendi bünyelerine dahil ederken ilk zamanlar sindirim problemi ile karşı karşıya gelmişlerdir. Kendisi için yeni bir yemeği ilk kez deneyen bir lokanta müşterisinin şaşkınlığı gibi, üniversiteler de kendi sistematiğine yabancı olan sanat eğitimi sistemine bir alışma, kanıksama ve dönüştürme evresi geçirmişlerdir. 23 yılın sonunda bu evrim tamamlanmış gibi görünse de, henüz tam olarak bittiği ve yeni bir evreye geçtiği söylenemez.

Şu an konservatuvarların dışında üniversitelerimizdeki müzik eğitimi veren kurumları incelediğimizde a) Eğitim Fakülteleri, Güzel Sanatlar Eğitim Bölümü, Müzik Öğretmenliği Programları, b) Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümleri, c) Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi gibi kurumlarla karşılaşıyoruz.

 

Bu kurumlar, 23 yılın sonunda bize, konservatuvar dışındaki yapı konusunda fikir verecek düzeydedirler. Müzik eğitimi verilen tüm kurumları incelediğimizde, Okutman’dan Doçent’liğe değin uzanan kadrolara geçebilmek için ÖSYM tarafından yapılan sınavlarda belirli oranlarda başarılı olmak gerektiğini biliyoruz.

 

Verilmeyen eğitimin sınavı

Bu noktada biraz daha detaya girersek,  örneğin bir Yardımcı Doçent, Doçent olabilmek için önce ÜDS (Üniversitelerarası Dil Sınavı) sınavından 100 üzerinden en az 65 almak zorundadır.

ÜDS dil sınavında başarılı olabilmek için, örneğin İngilizce dil seviyenizin Intermediate ya da Upper-Intermediate veya Advanced seviyesinde olması gerekmektedir. Peki aldığınız müzik eğitimi programı sizin İngilizce dil seviyenizi Intermediate seviyesine ulaştırabiliyor mu? HAYIR.

Peki, YÖK planladığı eğitimde müzik öğrencisinin dil eğitiminin bu seviyeye ulaşmasını hesaba katmadığı halde, nasıl oluyor da öngörüsüz verdiği eğitimin bireyi sınavda aranan seviyeye ulaştırabileceğini düşünüyor? Ayrıca, güzel sanatlar alanında giren örneğin bir piyanist, piyanosunda dağları bile devirse, sosyal bilimler sınavına girip, bu alanın İngilizce seviyesine ulaşmadıkça, adamdan sayılmıyor. Şu anda kendi sanatında muhteşem çalışmalar üreten, İngilizce altyapısına sahip olduğu halde ÜDS sınavında başarısız olup dolaylı hakarete uğrayan binlerce müzik adamı var ülkemizde. Basmakalıp bir ölçüt ile “sen doçent olabilirsin / hayır olamazsın” damgasını yemek, acaba nasıl bir davranış ölçütüdür? Yani piyanist veya besteci, günlük çalışmasını bir kenara atacak (-ki bu çalışma 3-8 saat arasında değişir) ve tüm zamanını ÜDS sınavında başarılı olmak için gerekli çalışmaya verecek ve sonra siz bu kişilerden sanatsal başarı bekleyeceksiniz!!!

 

İşte tüm bu tartışmalar içinde gölgede kalan konu budur? Bu konunun inceliklerini kavrayacak bir evrensel bakış açısına ihtiyacımız var.

 

Aklıma gelmişken bir soru sormak istiyorum. Acaba Amerikalı bir Yardımcı Doçent, eğer Fransızca ya da Almanca Dil Sınavı’ndan 100 üzerinden en az 65 almazsa Doçent olamıyor mu? Ya da ülkemizde bir Yardımcı Doçent ÜDS sınavından 100 üzerinden 70 aldığı halde, Türkçe’yi yazdığı makalede, veya ders notlarında ya da kitabında ne kadar iyi kullanıyor acaba?

 

Hangisi daha önemli?

 

[email protected]